Şiirin İlkeleri

Bütün bu sözlerden çıkan sonuç yeryüzündeki, en iyi destanın bile, bütün- halinde, son ya da kesin etkisinin değersizlik olduğudur ve doğrusu da budur.

Şiirin ilkesinden söz ederken ne konuyu tüm açmak nede derinlere inmek niyetindeyim. Şiir dediğimiz şeyin ne olduğu üzerinde tamamen gelişigüzel konuşurken asıl amacım beğenime en uygun gelen ya da hayallerimi en kesin şekilde etkiliyen kısa İngiliz ve Amerikan şiirlerinden birkaçını ortaya koymak olacaktır. “Kısa şiir” deyiminden kısa soluklu şiirleri kasdetmekteyim. Daha söze başlarken eskiden beri şiir değerlendirme ölçülerimi yanlış ya da doğru etkiliyen, bir bakıma kişisel, bir ilkeden söz etmemi bağışlayın. Uzun şiir olamıyacağı kanısındayım. “Uzun şiir” deyiminin bütünüyle ancak yanlış kullanılan bir söz olduğuna inanıyorum.

Bir yazıya şiir diyebilmek için ruhu yüceltmek yoluyla uyarması gerektiğini belirtmek, bilmem gerekli midir? Şiirin değeri bu yüceltici uyarmayla oranlıdır. Bütün uyarmaların geçiciliği de ruhsal bir gerçektir. Şiir adına hak kazandıracak uyarma derecesi uzun süreli bir yapı boyunca sürüp gidemez. En çok yarım saat sonunda bir azalma, çökme olur; duygular başka bir yöne döner ve artık şiir, etki ve madde bakımından, şiir olmaktan çıkar.

önemli bir söz ederler “Kaybolmuş Cennet” konusunda, derler ki başında sonuna değin içten gelen bir coşkuyla okumak gerekir bu eseri. Okuma boyunca bu kanıya göre gerekli heyecanı aynı ölçüde tutmanın tam imkânsızlığıyla sözü edilen kanıyı bağdaştırmada güçlük çeken sayısıfe kişiler olduğuna şüphe yoktur. Gerçekten bu büyük esere ancak, tüm, sanat eserlerinin can damarı bütünlük gerekçesini gözden uzak tutup sadece bir kısa şiirler dizisi olarak baktığımız zaman şiir yönü ortaya çıkar. Bütünlüğünü, başka bir deyimle, toplu etkisini bozmamak için (gereği gibi) bir nefeste okursak sonuç, uyarma ile sıkıntı arasında, sürekli bir gidip gelme olur. Gerçek şiir duygusu veren bir bölümden sonra, yavan bir bölümün gelmesi hiçbir türlü önlenemez ve eleştiriye dayanan hiçbir önyargı da bizi ona hayran olmaya zorlıyamaz. Nedir ki, eseri bitirdikten sonra birinci kitabı bir kenara koyup ikinci kitaptan başlıyarak tekrar okursak önce tatsız bulduğumuz bir bölümün bizi bu derece hayran bırakması Ve çok beğendiğimiz kısımları da değersiz bulmamız karşısında hayrette kalırız.

BÜTÜN BU SÖZLERDEN ÇIKAN SONUÇ YERYÜZÜNDEKİ, EN İYİ DESTANIN BİLE, BÜTÜN- HALİNDE, SON YA DA KESİN ETKİSİNİN DEĞERSİZLİK OLDUĞUDUR VE DOĞRUSUDA BUDUR.

İtalya’ya gelince, elimizde kesin bir delil yoksa da eserin lirik bir dizi kurmak amacıyla yazılmış olduğuna inanmamız gerekir, ama destan yönü bakımından ancak yetkin olmaktan uzak bir sanat duygusuna dayandığını söyliyebilirim. Modern destan kalıplaşmış eski örneklerin sadece çabasızca ve kapalı gözle tekrarlanmasından ibarettir. Artık bu türlü sanat sapıklarının modası geçmiştir. Sanmıyorum ya. hadi bir zamanlar çok uzun bir şiir gerçekten beğenilmiş olsun, fakat ar-tık bunların toplumca sevilemiyeceği açıktır.

Başka bir yönden şiirin hoşa gitmez -kısalıkta olabileceği de yüzde yüz- Gereksiz bir kısalık eseri şiir olmaktan çıkararak bir yergi havasına sokar. Çok kısa bir şiir yer yer bizi parlak ve canlı bir şekilde etkilerse de asla derin yada sürekli bir etki doğuramaz. Bir şiirin okur üzerindeki etkisi aynı ölçüde devam etmelidir. De Beranger acıklı ve ruh uyarıcı sayısız eserler vermişse de bunlar genel olarak toplum ruhunda bir iz bırakmıyacak kadar güçsüz olmaktan ileri gidememiş, göklere çıkarılan sayısız imge ürünleri gibi rüzgâra kapılmış, sürülüp gitmişlerdir.

…Destan düşkünlüğü şiirin değer kazanması için uzun olması gerektiği kanısı, temelsizliğinden ötürü son’ birkaç yıl içinde yavaş yavaş toplum inancını yitirmekteyse de, bu kanının yerini başka sapkın bir düşünce almaktadır. Bu sapkınlığın kolay farkedilir yapmacıklığı yüzünden- uzun süremeyeceği açıksa da, ortaya çıkmasından bu yana geçen kısa zamanda şiirimizin yanlış bir yol tutmasına diğer bütün karşıt düşünlerin elele verseler bile başaramıyacakları bir ölçüde sebep olmuştur. Öğretici denilen sapkınlıktan sözetmek istiyorum. Kapalı, açık, dolaylı, dolaysız yollardan bir kanıya varılmıştır : şiirin son amacı doğru’yu bulmak olmalıdır. Her şiir, derler, töresel bir etki yapmalıdır, şiirin değeri bu etki ile ölçülecektir. Başta biz Amerikalılar bu gülünç fikrin savunucuları olduk ve asıl biz Boston’lular bu fikri enine boyuna geliştirdik. Kafamız bir noktaya takılmış; salt şiir yazmış olmak için yazmanın, amacımızın bu olduğunu söylemenin, asıl şiirin gerektirdiği-’ değer ve güçten tüm yoksunluğumuzu belirtmek olacağını sanıyoruz. Oysa, şöyle, ruhumuzun derinliklerine bir göz atabilsek, yeryüzünde asıl gürden, kendi başına bir olan şiirden, şiir olmaktan başta birşey olmıyan şiirden, salt şiir yazmak amacıyla yazılmış şiirden daha değerli, daha üstün güzellikte hiçbir eser olmadığını ve olamıyacağını görüveririz hemen. Doğruya karşı saygım her yürekte bulunan saygı duygusundan daha ‘derinse de doğruyu belletme yöntemlerini, bir ölçüde, sınırlarım. Bu yöntemleri uygulamada sınır gözetirim. Bunları dağıtarak zayıflatmam. Doğrunun sert gerekleri vardır, inceliklerle uğraşmaz. Şiirin kaçınılmaz öğeleri doğruyu hiçbir yönden ilgilendirmez. Doğruyu değerli taşlara, çiçeklere boğmak, gösterişli bir aykırı düşünce hâline getirmek olur. Doğruyu uygularken, süslü bir dilden çok ağırbaşlılığa Önem vermek gerekir. Basit, kesin, özlü olmalıyız. Serin kanlı, durulmuş ve kayıtsız olmalıyız. Kısaca, şiire uygun ruh durumunun tam tersi olan ruh durumuna elden geldiğince yaklaşmalıyız. Gerçeksel yolla ve şiir yoluyla belletme yöntemleri arasındaki köklü ve derin ayrımları görmemek için gerçekten kör olmak gerekir. Bu ayrımlara karşın şiir ve gerçeğe özgü kaypaklık ve sertliği bağdaştırmaya hâlâ durmadan çabalıyan kişi unmaz bir kuram delisinden başka birşey değildir.

Düşünce evrenim en belirli üç bölüme ayırırsak bunların An-Us, Beğeni ve Iglek Dünya olduğunu görürüz. Beğeniyi ortaya yerleştiriyorum, çünkü onun Düşüncedeki yeri tam da orasıdır. Her iki uçla sıkı’ sıkıya ilgilidir; ama îçlek Dünyadan- o kadar az farklıdır ki Aristo Beğeninin bir kısım etkilerini öz. erdemlerle karıştırıvermiştir. Bununla birlikte sözü edilen üçlü toplumun herbir bölümü öbüründen yeter bir kesinlikte ayrılmaktadır. Us, Doğru ile ilgilenir, Beğeni’ bize Güzel’i tanıtır, Içlek Dünyaysa Görev’e önem verir, Görev konusunda, bilinç zorunluğunu, mantık da uygulama yollarını öğretirken Beğeni hoşa gideni ortaya koymakla yetinir; yalnız biçimsizliği, oransızlığı yönünden ve yakışana, uyguna, uyumlu düzene, kısaca güzelliğe düşmanlığından ötürü çirkinle savaşır.

Böylece Güzel’i sezme insan ruhunun derinliklerinde yaşıyan ölmez bir içgüdüdür. Bu içgüdü insan hazzını değişik biçimler, sesler, kokular ve duygularla yaratır, kişi bunların arasında varolur. Nilüferin gölde, sevgili gözlerinin aynada yansıması gibi bu biçim, ses, renk, koku ve duyguların salt söz ve yazıyla tekrarlanması iki katlı bir haz kaynağı olur. Ama , bu tekrarlar şiir değildir.
Kendim bütün insanlıkla birlikte kucaklıyan manzaraları, sesleri, renkleri, koku ve duygulan gücü yettiği kadar canlı bir doğrulukla anlatarak elinden geldiğince şavklı bir coşkuyla şiir söylemekten başka şey yapmıyan kimseye henüz kutsal adına ulaşamamış gözüyle bakarım. El atamadığı birşey daha vardır uzaklarda. Kanmaz susuzluğumuz sürer; giderilmesi için o billur- kaynaklan bize göstermemiştir. Sözü edilen susuzluk insan ölümsüzlüğünün malıdır. Yıllarca süren varlığının bir sonucu, belirtisidir. Pervanenin bir yıldız çevresinde dönme isteği gibi. Sadece önümüzde duran Güzel’i beğenmeden öte ulaşılamıyacak Güzel’e erişmek için çılgınca bir çabadır bu. ölüm sonrası utkularının büyülü bir önsezisinden esinlenerek öz öğeleri, belki de, ancak sonsuzluğun malı olan Güzel’in bir parçasını elde etmek için zamanla ölçülü nesneler, düşünceler arasında değişik biçimli düzenler kurarak çabalamaktayız. Böylece gürden ya da ince duygulan en çok etkileyen Musikiden ötürü gözlerimiz dolduğu zaman akıtırız gözyaşlarımızı ama, bu ağlama Rahip Gravia’-, nın inancı gibi haz artımından değil, kısa ve buğulu parıltılarını ancak şiir ya da musikiyle görebildiğimiz kutsal ve büyülü sevinçleri, yaşadığımız yeryüzünde hemen, bütünüyle ve bir daha yitirmemek Üzere elde edemeyişten duyulan, içdarlığı ve sabırsızlık dolu bir kaygıdan Ötürüdür.

TAM GELİŞMİŞ RUHLARIN GERÇEKÜSTÜ GÜZELLİKLERİ ELE GEÇİRME ÇABALARI, ACUNA, HEM ANLAMA HEM DE ŞÜRLİGİNİ SEZME İMKÂNINI BULAMADIĞI ŞEYLERİ VERMİŞTİR.

Şiir Duygusu, öncelikle Besim, Heykel, Mimarlık, Dans, özellikle de Musikide ve çok özel olarak da bahçe düzenleme sanatında çeşitli gelişme yolları bulabilir. Konumuz yalnız şiirin sözcüklerle ortaya konmasıdır. Burada kısaca uyumdan sözetmek isterim. Musikinin değişik boy, uyum ve biçimleriyle sür alanında hiçbir zaman atılması akla gelnıiyecek kadar büyük bir yer tuttuğu, yardımından faydalanmak istemiyene aptal demeyi haklı gösterecek kadar dirimsel bir, öğe olduğu gerçeği ile yetinerek burada onun şaşmaz önemini savunmayla vakit geçirmiyeceğim. Belki de ruh Şiir Duygusuyla yüklü olduğu zaman ulaşmaya çalıştığı büyük amaca, gerçeküstü Güzelliği yaratmaya en çok Musiki yoluyla yaklaşabilir. Belki de bu büyük amaç arasıra ancak bu alanda gerçekleşebilir. Zaman zaman, dünyaya özgü bir çalgıdan meleklere yabancı olmıyan” sesler çıktığını nazdan ürpererek sezeriz. Böylece genel anlamıyla Şiirin Musikiyle birleşmesinden Şiir için en açık gelişme alanının doğduğu şüphe götürmez. Eski saz şairleri ve Alman şövalye şairlerinin bizde olmıyan üstünlükleri vardı; Thomas Moore kendi şiirlerini okurken onları yapılarına en uygun bir biçimde söylüyordu.

Özetleyelim : Sözcüklerle kurulanı Şiiri “Güzelliğin uyum yoluyla yaralı turnası” diye tanımayacağım. Onun tek yargıcısı Beğenidir. Us ve bilinçle ikinci derecede ilgisi vardır. Görev ve Gerçekle uğraşmaz, arada bir dokunduğu olur.
Kısaca anlatayım. En arı, en yüksek, en dolgun olan bu beğeninin Güzeli seyirden doğduğunu savunmaktayım. Ruhun, Mantığı besliyen- Gerçek-’ ve kalbi coşturan tutkudan pek olay ayrılan, Şür Duygusu olarak tanıdığımız o haz verici yücelmesine ya heyecanına ancak Güzelliği seyret-”” varılır. İşte bu yönden Güzellik [ yüce güzellikleri de kapsar bir arada kullandım bu sözü- avet Gü-”k. Şiirin yagadıgı ülkedir. Böyle rken 9U S°k agık sanat ilkesine dayanmaktayım : Etkiler temellerinde bulunan sebeplerden olumluluk ölçüsünde dolaysız olarak doğmalıdırlar ve bugüne değin hiç kimse sözü edilen bu özel yücelmeye en kolay şiirle ulaşa-t.bileceğini yadsıyacak kadar basitleşmemiştir. Bununla beraber, belki de eserin genel amaçlarını değişik yollardan altüst edebilir sakıncasıyla tutku kışkırtmalarının, Görev kurallarının ve hattâ Gerçekten alınacak derslerin bir yönden üstünlük sağlayacak şekilde şiire sokulmaması gerektiği sonucuna varılmamalıdır; çünki gerçek sanatçı bunları şiirin havası ve asıl Özü olan Güzelliğe gereken şekilde uydurmak için yumuşatma yollarını her zaman bulacaktır. ..

…Böylece sizlere Şiirin ilkesini nasıl anladığımı gelişigüzel ve konunun bütününü kapsamadan uzak bir şekilde söylemeye çalıştım. Amacım şunu belletmekti : Kısaca ve sadece insanın Tanrısal Güzelliğe ulaşmayı amaç edinmesi olan bu ilke daima ruhun yüceltici bir uyarmasında kendini bulmaktadır; kalbin sarhoşluğu olan tutkudan ya da Mantığın besini olan Gerçekten tamamen ayrıdır. Çünkü tutku, ne yazık, Ruhu yüceltmekten çok alçaltma yönüne kayar. Oysa Sevgi, gerçek, kutsal Eros, Şehvet Venüsünden ayrı olan Gökler Venüsü, şüphe yok, tüm şiir temalarının en temizi, en gerçeğidir. Gerçek konusuna gelince, eğer bir gerçeğe varmakla daha-. Önce ortada olmıyan bir uyumu sezebilirsek, şiirin gerçekle ilgili etkisini hemen görüveririz, ama bu etki yalnız uyum yönünden olur ve ancak bu uyumu meydana çıkarmaya yarıyan gerçekten doğan .bir etki olmaz.

Bu arada, Şairin içinde gerçek şiir etkisini doğuran basit öğelerin birkaçına bakmakla gerçek Şiirin ne olduğu konusunda açık bir kavrama daha çabuk varabiliriz,’ Şair, ‘ruhunu besleyen tftnrisal besini (ambronia) göklerde parıldıyan yıldızlardan, çiçeklerin kıvrımlarından, fundalıklardan, başakların dalgalanmasından, incecik sögüllerin sallanmasından, dağların mavi uzaklığından, bulut kümelerinden, yan gizli kaynakların pırıltılarından, gümüş ırmakların aynasından, ıssız göllerin durgunluğundan, yalnız kuyuların yıldızlan yansıtan derinliklerinden alır. Kuşların cıvıltısında, Aeolus’un çalgısında, gece rüzgârlarının iç çekişinde, korulukların üzgün uğultusunda, kıyılara dert yanan dalgalarda, ormanların taze nefesinde, menekşenin hafif, sümbülün şehvetli kokusunda, sınırsız ve bilinmiyen karanlık okyanusların üzerindeki bulunmamış uzak adalardan akşam vakti aldığı uyarıcı kokularda bulur bu besini. Onu, soylu düşüncelerin, Acun dışı süslerin, kutsal tepkilerin, şövalyece, cömertçe, esirgemezce yapılan işlerin tümünde ele geçirir. Kadının güzelliğinden, yürüyüşündeki incelikten, gözlerinin ışıltısından, sesinin melodisinden, yumuşak gülüğünden, iç çekişinden, elbisesinin uyumlu hışırtısından çıkarır. Kadının bağlayıcı okşamalarında, yakıcı heyecanlarında, tatlı şefkatinde, utangaç ve sadık bağlılığında, nihayet şairin Önünde diz çöktüğü, taptığı, her şeyin üstünde, ‘evet her şeyin çok üstünde olan aşkının inancında, katkısızlığında, gücünde ve yüzde yüz kutsal görkemliğinde bütün derinliğiyle sezer bu besini.

Edgar Allan Poe

  • Yorum yapmak için lütfen üye olunuz!!!